Meslekleri Tanıyalım Etkinliği ve Çevirmenlik
Çevirmenliği çevirmek!
Bu bölümde yaklaşık 15 senedir profesyonel olarak çevirmenlik yapan bir insanın, kendi mesleğini tarif edememe aşamasındaki kıvranışlarına kurgusal olarak şahit olacaksınız.
Deney objesi: Bir “çevirmen” anne (ben)
Yer: Kızımın ana okulu.
Konu: “Ebeveynlerimizin mesleklerini tanıyalım” etkinliği
Deney gözcüleri: “Her gün biz bunlarla neler çekiyoruz, oh olsun size” gülümsemesine sahip ve bu gülümsemeye sonuna kadar hak verdiğim kreş öğretmenleri
Deney uzmanları: 4-6 yaş arası genç ve acımasız zihinler.
Biliyordum başıma geleceği ama kendim kaşındım. Daha senin işin yeni yeni (yıl 2015 bu arada!) “meslek” sayılmaya başlamış, senin derdin ne diye sorarlar insana! Mühendis baba gitsin, avukat anne gitsin meslek etkinliğine, sana ne oluyor? Meslek sayılmış derken, MYK daha henüz standartlarını yazmış, mesleki yeterlilikleri şu an için belli değil, yani şimdilik her canı isteyen ben çevirmenim diyebilir, ne kuralı ne kaidesi var.
Bir adam çıkıp doktor olmadığı halde “ben doktorum” dese ve bu mesleği yapmaya çalışsa, en iyi ihtimalle içeri atarlar deli diye, bizde öyle bir durum yok. Her “New York’tan just geldim”, her “Doyçland’ta çevirme yapıyodum” diyen çeviri işletmesi sahibi olarak doğuveriyor aniden, her dil bilen gencimiz maaşallah otomatik olarak birer çevirmen oluveriyor; hangi şirketin hangi departmanına baksanız herkesin İngilizce bilgisi “perfect”, konuşması “fluent”. O zaman bu çevirileri neden kendileri yapmıyor? “Çünkü vakitleri yok cicim, hiç anlamıyorsun!”
Henüz kendi akrabalarına çevirmenlik mesleğini anlatabilmiş değilsin, her bayram sofrasında “Tavuk mu çeviriyorsun kaz mı?” gibi iğrenç esprilere maruz kalıyorsun (gene de işletme mezunlarına yapılan “Telefonda kimleri işletiyorsun?” esprisinden daha iyidir), mütercim tercümanlık fakültesini kazandığın için “olsun, seneye daha çok çalışırsın, başka yere girersin” demediler mi sana? Her gördükleri turiste “gidip bir konuşsana duyalım” diye seni öne ittirmediler mi? Bütün yeğenlerinin İngilizce ödevleri başına kalmadı mı? Okul bitince çevirmen olmak istemeni anlamayıp öğretmen olman için baskı yapmadılar mı? Evden çalıştığın için bütün arkadaşların seni yattığın yerden para kazanıyor zannetmiyor mu? Hatta kendileri çalışmayıp evde oturduğu halde “senden rahatı yok valla” demiyorlar mı?
Oysa daha dün süper kahraman olmak üzereydin, çünkü sabah çalıştığın büro sana 20 sayfa iş vermişti ve teslim saati 17:00 dedi, bir de kıyak yaptı “hadi 17:30 olsun, ben bir yarım saat daha oyalarım müşteriyi.” Geçen sene aynı olayı bir yandan kızına masal anlatıp, bir yandan ona kahvaltı, öğlen yemeği ve ikindi öğününü yedirip, bir yandan şarkı söyleyip, bir yandan da resim yaparak başardığın için, şimdi o kreşteyken haydi haydi yaparsın gibi geliyor. 6’ya kadar özgürsün(!) nasıl olsa. Akşam yemeği ve ev işleri tabii ki aynı yerde duruyorlar ama onlar zaten nedir ki? Az önce milyon dolarlık bir sözleşme çevirmişsin, yüzbinlerce kişiye iş sağlayan uluslararası bir şirketin ihracatına aracılık etmişsin, fakat gece ütü yapacaksın. Bunları düşünerek ve gülümseyerek son sayfaya geliyorsun. Saat 16:30, demek ki ucu ucuna yetişecek. Kontrole de zaman kalır mı ki? Kalır valla, süpersin bugün! Tam son sayfa kısaymış diye sevindiğin an hoooop, kapı çalıyor. “Ayşeciğiim, bir kahve içmeye geldik, evde misin?” Komşuların.
“Aslında teknik olarak Şangay’dayım ve iki firmanın birbiriyle anlaşmasını sağlıyorum” diyorsun ama “Deli valla bu kız” diyerek dalıyorlar içeri. Yirmi defa çeviri yaptığını anlattığın halde bir şey değişmediğine göre yirmi birinci defaya da gerek yok. Birçok arkadaşını hafta sonları bile meşgul olduğun, doğum günlerinde telefon açmaya vakit bulamadığın ve seni özleyip evine geldiklerinde suratlarına değil bilgisayar ekranına baktığın için küstürdün zaten. “Bu pazar kesinlikle çeviri kabul etmeyeceğim ve gönüllerini alacağım” cümlesini ezberinden söyleyip komşularını buyur ediyorsun. Aklın çeviriyi tamamlarken, bedenin de kahve pişirse ne kolay olurdu. Neyse yine de hepsi geçen sene bilgisayarda görüntülü sözlü çeviri yaparken kızının odaya “Anneeeeee, tuvalet kâğıdını bulamadım” diye dalma sahnesinden çok daha iyidir, değil mi?
Sadece 30 saniyede piştiği daha doğrusu kaynadığı için iğrenç olan kahveni ikram ediyorsun ve kendinin hiç düşünmediği o soruyla karşılaşıyorsun “Anlat bakalım, neler yapıyorsun?”
Anneyim, eşim, kız evladım, ablayım, birilerinin akrabası veya dostuyum. Bir de birilerinin çevirmeniyim. Ama ben hiçbir şey yapmıyorum. Gerçekten. Birileri kitap yazıyor, birileri akademik çalışma yapıyor, birileri yeni ticari atılımlar gerçekleştiriyor, tıpta devrim yaratacak çalışmalar oluyor, oteller kuruluyor, binalar dikiliyor, makineler icat ediliyor, patentler alınıyor. Ve ben bunların sesiyim, nefesiyim, bunları başka ülkelere taşıyan rüzgarım ama hiç kimse beni görmüyor. Bir sahnedeki kuklanın iplerini tutan bir kuklacı gibiyim. Bana verilen metni istediğim gibi çevirebilirim. Ona istediğim ruhu verebilirim. Ama asla görünemem. “Bir kombi gibi olmalı çevirmen” demişti sana eski bir müşteri, “arada bakımını ihmal etsek de hiç arıza yapmamalı, sessiz ve azla yetineni ise en idealidir”. Şakaydı sözde ama insanların bakışı da bu yöndeydi doğrusu. Bunların hiçbirini söyleyemedin. Birkaç kelime geveledin, ”Bildiğin gibi” dedin ve kızından bahsettin kısacık. Komşun birkaç dedikodu anlattı, biraz hayattan şikâyet etti, biraz eğlendirmeye çalıştı seni. Normal zamanda belki çok güleceğin bir fıkra da anlattı ama bu sırada 4 defa saatine baktığın için olsa gerek:
“Ben kalkayım artık, yoğunsun yine” dedi ve apar topar gitti. “Bu Pazar kesinlikle çeviri kabul etmeyeceğim ve gönlünü alacağım” listesine bir kişi daha eklendi ve yine bilgisayarın başına oturdun. Işık hızı ile son sayfayı bitirdin ve 17:35’te son noktayı koyarken telefonun çaldı.
- “Ayşe Hanım, daha bitmedi mi?”
- “Bitti ama son bir okuyabilir miyim?” diye rica ettin.
Allah’tan birkaç yazım hatası dışında bir sorun yoktu ve 18:00’de metni teslim ettin nefes nefese. O sırada kızın geldi ve enerji doluydu, demek ki akşam yeni başlıyordu. İyice yorarsam saat 10 gibi uyur diye düşündün ve “e-postama az önce düşen işi sabaha yetiştirebilirim” dedin.
İşte o günün sabahında “Meslekleri Tanıyalım” etkinliği için sınıfın kapısında durmuş bunları düşünüyordum. Diyorum ya kendim kaşındım. Kapıdan içeri girdiğimde 35 kadar küçük suratın tamamı bana döndü. Donakaldım. Oysa ne kadar da iyi hazırlanmıştım. Binlerce kişinin önünde, onlarca önemli kişinin konuşmasını çeviren ben, sıra kendi kelimelerime gelince konuşamadım bir an. O yüzden avantaj bana geçsin diye sordum:
“Merhaba, ben bir çevirmenim. Aranızda bunun nasıl bir meslek olduğunu bilen var mı?”
Birkaç bakışma, bir kaç omuz silkmesi ve nihayet 5 küçük parmak. İlki “Sen bir çevirme oyuncağı mı satıyorsun?” dedi. Benim bir tane var. İpini sarıp, yere atıyorsun ve bir tekerlek gibi dönüyor” dedi. Çeviri esnasında yazar, mühendis, doktor olmuşluğum vardı ama topaç olmadığıma oldukça emindim. “Pek sayılmaz” deyip ikinci parmağa yöneldim. “Sen bir trafikçisin” dedi. “Babam her seferinde seni görünce, ilerde çevirmen var, kemerlerinizi takın çabuk” diyor. Üçüncü parmak benim bir sirkte top çeviren bir akrobat olduğumu tahmin etti. “İşte çevirmen bu demek” diye de burnunun üstünde top döndüren fok balığı benzeri birkaç hareket yaptı. Dördüncüsü ise bir bayramda dedesinin etleri şişe takıp ateşte pişirmesi alakalı anılarını anlattı. Ve kuzuların ölümünden beni sorumlu tuttu. Dedeyi yine seveceğine eminim ama bana bakışı pek hoş değildi. Klasik bir son, kabak yine “çevirmenin” başına patladı.
“Bunların hiçbiri değil” deyince de beşinci parmak kendiliğinden indi. Bu heyecanlı mesleklerin yanında kendi mesleğimi nasıl tarif edeceğimi bilemedim. Sonuçta bizim işimiz kelimelerle. Sözleşmeler, patentler, kitaplar, epikrizler, mevzuatlar. Nereden başlayacağımı şaşırdım bir an. Ama dediğim gibi kaç gündür buna hazırlanıyordum. Epey bir geveledim lafı. Nasıl önemli bir iş yaptığımızdan, taşıdığımız stratejik önemden, nasıl bir çalışma ortamımız olduğundan, kelime dizinlerine, dil bilgisinden kültür elçiliğimize kadar uzandım açıkçası. İkinci dakikanın sonunda esnemeye başladılar. “Çeviriciler çok sıkıcıymış” dedi biri, “Bütün gün oturuyorsunuz demek, top çeviricileri daha eğlenceli”. Konuşmam giderek kâbusa dönüşürken aklıma bir fikir geldi. Niye mesleğimin tanımını Çocukçaya çevirmiyordum. İşin içine biraz yerelleştirme de kattım mı tadından yenmez diye düşündüm.
“O zaman bana başka çare bırakmadınız, size en büyük sırrımızı söylüyorum” dedim. Fısıldayarak: “Ben istediğim her şekle girebilen biriyim. Bir düğmeye basıp bir doktora dönüşebilirim, diğerine basınca bir polise, hatta bir astronota veya mühendise. Onların bildiği her şeyi size başka dillerde söyleyebilirim. Ayrıca ben olmasam hayat çok kötü olurdu. Biliyorsunuz, dünyadaki insanlar başka ülkelerde yaşarlar ve her ülkede farklı diller konuşulur. Eğer biz olmasak kimse birbirini anlayamaz. Diyelim ki bizim ülkede çikolata yapılmıyor, ama biz komşu ülkeden almak istiyoruz. Şimdi onların dilinde “Bize çikolata verir misiniz lütfen?” demeyi bilmezsek çikolatayı alamayız ve hiçbir zaman yiyemeyiz. Yine aynı şekilde diyelim ki hasta olduk ve bizim hastalığımızı iyileştiren bir ilaç var ve onu çok uzaktaki bir doktor bulmuş. Ondan almak için de onun anlayacağı dilde konuşmak gerek. İşte ben bir ülkedeki adamın dediklerini öteki ülkedeki adamın anlamasını sağlıyorum. Yani bir dildeki sözcükler bir kulağımdan giriyor ve ağzımdan veya parmaklarımdan öteki dilde çıkıyor” dedim. Uzun bir “vaaaaaaay”ın ardından… “O zaman uzaya gitsek, uzaylılarla bir tek sen konuşabilirsin. Bence en havalı iş seninkisi çünkü sen olmasan diğer gezegenlere gitmemiz hiçbir işe yaramaz” dedi biri.
“Henüz uzaylıca bilmiyorum ama öğrenebilirim” dedim içimden, “Bu nesil uzaya çıkana kadar ben uzaylıcayı sökmüş olurum” ve onlara güzel bir Klingon selamı verdim orta ve yüzük parmağımı ayırarak.
“Bu da ne demek? “diyen ufaklığa da “Çevirmen olmak kolay iş değil, belki büyüyünce sen de olursun ve uzaylılarla konuşabilirsin.” dedim havamı atarak. Meslekleri tanıyalım etkinliğimi yine bir süper kahraman olarak bitirdim, pelerinimi topladım ve çeviri teslim saatine yetişmek için minibüse bindim. Kim ne derse desin, çevirmen olmak harika bir şey.
SoHDaq HoS’e’ tu’lu’jaj! (Güç sizinle olsun!). Bir yerden başlamak gerek!
Senem Kobya
Yazar, Proje ve Yayın Koordinatörü
Senem Kobya, Dijital Tercüme'nin kurucusu ve CEO'sudur. Cağaloğlu Anadolu Lisesi‘nde 7 sene boyunca Almanca ve İngilizce eğitim almış; İstanbul Üniversitesi İngilizce İktisat Fakültesi’nde lisans eğitimini tamamlamıştır. 1999 yılında başladığı çevirmenlik mesleğinde yeminli çevirmen, çeviri editörü, yerelleştirme uzmanı veya proje sorumlusu olarak görev almıştır. Sprachdiplom, Dil Yeterlilik Ve Başarı Belgesi, Google Yetkili Çeviri ve Yerelleştirme Uzmanı ünvanlarına sahibidir. Çeviri sektöründen 12000+ üyesi bulunan ve sektörü şekillendiren ÇeviriBlog grubunun kurucusu ve yöneticisidir. Her yıl düzenlenen Çeviri Yarışması’nın kurucusu ve ana sponsoru, Çeviri Kitabı yazarlarından biridir. Üstün Zekalı Çocuklar için Akıl ve Zeka Oyunları eğitmeni; Tema, Greenpeace ve Koruncuk Vakfı gönüllüsüdür.
© ÇeviriBlog adına Senem Kobya. Telif hakkı sahibinin izini olmadan yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve basılamaz.