Akademik Çeviri Eğitimi Üzerine
Hayatımın ilginç bir aşamasında, öğrencilikle avukatlık arasında sıkışmış bir noktada bu yazıyı istedi benden sevgili arkadaşım Müge Altınçınar. “ Bir kitap çıkarıyoruz, “Çeviri” üzerine… Akademik çeviri eğitimindeki eksikliklerle ilgili düşüncelerini anlatan bir yazı yazmak ister miydin?” diye sordu. “Ne haddime? Hangi kimlikle? Kaç günlük geçmişin var çeviriyle diye sormazlar mı insana?” soruları geçti ilk birkaç saniye aklımdan ama sonra düşündüm de hepimiz sistemin içinde hamur gibi yoğurulurken bazı noktaları hayretle karşılayıp bazı noktalarda da “Başka bir yol seçilseydi daha iyi olmaz mıydı?” sorusunu sormuyor muyuz? Elbette soruyoruz, üniversite öğrencisi olmanın getirisi bu; eleştirel olmak. “Olur.” dedim, “yazarım”.
Öyle bir çağdayız ki, kelimeler üzerinde az düşünür olduk, önceliklerimiz değişti ve konuşmalarımızı kalıplar esir almaya başladı. “Akademik çeviri eğitimi, akademik çeviri eğitimi…” dillerde dolanır durur ve bu yüzden de bu tamlamanın kelimelerinin tek başlarına sahip oldukları anlamlar unutulur oldu sanki. Tekrar mercek altına almaya değer…
“Akademik” ile başlayalım. Akademi ortamında, akademisyenlerce, bir başka deyişle işin eğitimini almış ve hayatını da bu yöndeki eğitime ve kendisiyle birlikte ardından gelecek olanları yetiştirmeye adamış, sürekli araştıran ve geliştiren, bu edimi meslek edinmiş kişilerce verilen eğitim. Üniversite ortamında alınan eğitim. Üniversite… YGS- LYS maratonundan yeni çıkmış ve nefes nefese kalmış, hayatında bambaşka bir sayfa açıldığını zanneden ve her ne kadar bilinmeyenlerden ötürü korku içinde olsa da özgürlük aşkıyla bu korkuyu maskelediğini düşünen bir grup gencin, lise sıralarından çok daha farklı yerlere oturup birilerinin ders anlatışını- hem de lisedekinden çok farklı bir şekilde, herhangi bir yazılı kaynaktan okumadan ders anlatışını- izlediği ortam… “Sizce çeviri nedir?” ya da “Neden çevirmenlik?” şeklinde bir soruyla başlayan birinci dönem, uyum sağlanmaya çalışılan ama çok da başarılı olunamayabilen bir dönemdir. Çünkü alışık değil. Öğrenci böyle sorulara, ucu açık cevaplara ya da bir sorunun birden fazla cevabının olabilmesine alışık değil. “Cevap anahtarı nerede? A mı, B mi, yoksa E mi hocam, siz de yani?” Kabahat biz öğrencilerin değil, kabahat yarış atı gibi koşmamıza sebep olan ve içinde yoğurulduğumuz 12 yıllık eğitim sisteminin. Yarışa odaklanırken sorgulama ve eleştirme yetileri köreliyor adeta ve bunu bir süre sonra fark edebiliyor insan. Bu sebeple lise eğitimi önemli; üniversitede üzerimize düşecek bilgi yağmurunun altında boğulmamak, toprakları yeşertebilecek ölçüde suyu özümseyebilmeye açık olmak önemli. Bu açıklığın başında at gözlüklerinden kurtulabilmek ve sınıflandırmaları iyi yapabilmek gerekiyor. Mütercim Tercümanlık ve Çeviribilim bölümlerinin Dil ve Edebiyat ya da Yabancı Dil Öğretmenliği bölümlerinden farklı olduklarını bilerek tercih listesini yapmış olmak, bu sınıflandırmaların belki de en önde gelenidir. Üstelik yalnızca tercih danışmanlarının değil, öğretmenlerin, aile üyelerinin ve de öğrencilerin bunun bilincinde olarak bu bölümü kazanmış olması her şeyin başlangıcı niteliğinde. Mütercim Tercümanlık Bölümü dil öğrenilen bir bölüm değil.1 O halde sadece yabancı dil eğitimi verilen hazırlık sınıfını atlamak üzere girilen sınavdan geçemeyen öğrencinin ( ki genel olarak 100 üzerinden 60 puan ile geçiliyor) bu bölümü okuyacak altyapıya sahip olmadığı apaçıkken ısrar edilmesinin ne faydası var? Dilbilgisi kurallarının ve kelime bilgisinin ölçüldüğü bu tür sınavlardan 100 almak bile çeviri edinci açısından neyi kanıtlar ki? Bana kalırsa bu tek ölçüt olmamalı. Nasıl ki müzik, tiyatro, dans, spor, tasarım ağırlıklı bölümlerin öğrenci alımlarında ÖSYM’nin hazırladığı sınavların yanında bir de eğitim verecek kurumun kendine has bir yetenek sınavı kıstas alınıyorsa aynı şeyin çevirmenlik eğitimi öncesinde de uygulanabileceğini düşünüyorum. Çünkü kim ne derse desin, öğrenilebilirliğini yadsımamakla birlikte, çeviri biraz da kabiliyet meselesi. Bacakları olmayan biri kendisine biyonik bacak takılmadığı sürece koşamayacaksa altyapısı, dil hâkimiyeti, merakı ve yeteneği olmayan biri de başarılı çeviriler yapamayacaktır. Yazılı çeviri ve sözlü çevirinin birbirinden apayrı dünyalar olduğunu ve farklı becerilere sahip olunması gerektiğine inanıyorum. Bu sebeple de düzenlenecek sınavların kişilerin farklı becerilerini ölçebilecek nitelikte çok yönlü sınavlar olmasının daha mantıklı olacağı düşüncesindeyim. Prof. Dr. Mine Yazıcı’nın da dediği gibi “Çevirinin temel ilkesi araştırma ve sorgulamadır.”2 Fikrimce araştırma yöntemleri kişiye sonradan öğretilebilir, sorgulama için ise kişinin karakter ve eğitim art alanı anlamında buna elverişli olması gerekmektedir.
Çeviri sözcüğünün detaylarına inmek gerekirse… Çeviri, kültürlerin ve onların sözcüleri dillerin arasında bir köprü kurma işlemidir. Çevirmen ise bu köprüyü inşa eden ve sağlamlığından sorumlu müteahhittir. Bu sorumluluk öyle ağırdır ki çevirmenin dil ve kültür altyapısındaki eksiklikler yapı harcındaki eksikliklere benzer ve köprü kısa zamanda çürümeye yüz tutar en ufak darbede de çatırdar. Çevirmenin altyapı eksikliği yorumlama ve anlamlandırma eksikliklerine sebep olacaktır ve bu durum da başarılı çeviriyi imkânsız hale getirmese bile hem çevirmene, hem erek kitleye hem de kaynak kitleye zaman ve para kaybettirecektir. Liseden gelen bu altyapı eksikliğini azaltmanın bir yolu çeviri edincine yönelik dersler ile dil ve kültür derslerinin melezleştirilmesi ve böylelikle çeşitliliğin sağlanması, dolayısıyla da sıkıcılıktan uzaklaşılması olabilir. Gidişatı tersinden inceleyelim ve bir ütopya kuralım: İngiliz bir öğrenci, İngiltere’de, 2020 yılında, İngilizce-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünde okuyor olsa ve önüne çevirmesi için bir Temmuz 2013 tarihli aşağıdaki haber metni verilmiş bulunsa: “30 yıllık Çarşı esnaflarından Fırıncı Hasan’ın, kayıplara karışmadan önce son görüldüğü yer dükkân kapısının önüydü. Tanık ifadelerinin alınmasının ardından dükkânına incelemeye girilen polislerin dükkân kapısında gördükleri tabela şöyle diyordu: Ekmek almaya gittim, dönmeyebilirim.”
Bu İngiliz öğrencinin sizce de 2013 yazında ne olmuş olabileceğini, fırın sahibi birinin ekmek almaya neden gideceğini ya da neden dönmeme ihtimalinin olabileceğini sorgulaması ve araştırması gerekmez mi? “I went out to buy some bread, I might not be back” deyip bırakması sizce yeter mi?
Akşit Göktürk “Çeviri: Dillerin Dili” adlı kitabında, “Metnin görünür nesnel sınırları ötesindeki birçok ilişkinin de göz önünde tutulması, sağlıklı bir çeviri yönteminin ön koşuludur.”3 der. Bu yöntemin öğretilebilmesi için ise çeviri kuramlarının ve stratejilerinin başlıklar halinde verilip ardından “Hadi bakalım, uygulayın.” demek yerine sınıfta yapılacak uygulamalardan öğrencinin kuramsal çıkarsamalar yapmaya yöneltilmesi öğrenmeyi hızlandıracaktır, çünkü duyduklarını ve gördüklerini kendisiyle ilişkilendiren kimse, bunları hafızaya daha kolay aktarır ve kalıcılığı daha yüksek olur. Böylelikle kuramlar ve kuramcılar bir kulağından girip bir kulağından çıkmayacaktır. Ülker İnce ve Işın Bengi- Öner’in bu yöndeki çalışmalarını anlattıkları “Kızılcık Karpuz Olur mu Hiç? İlahi Çevirmen!” adlı eser bu uygulamaya örnek niteliğindedir.
“Eğitim” kelimesinin çağrıştırdıklarıyla ilerleyeceğim bir başka nokta müfredatlar olacak. Türkiye’deki mütercim tercümanlık bölümü sayısını net olarak bilmemekle birlikte, her bölümün eğitim sisteminin aynı olmadığından eminim. Her geçen gün bir nebze daha elimiz ayağımız haline gelen teknolojinin bu hızlı gelişimi çeviri piyasasına da damgasını vurmuş durumda ve bilgisayar destekli çeviri araçlarını kullanabilmek çeviri bürolarınca çevirmen adaylarında aranan özellikler arasında yerini her geçen gün biraz daha sağlamlaştırıyor. Üniversitedeki çeviri eğitiminin çeviri piyasasından soyutlanmış olarak düşünülemeyeceği göz önünde bulundurulursa çeviri teknolojilerine ilişkin yetkinlikler kazandıran derslerin müfredatlardaki zorunlu dersler arasına yerleştirilmesi çağı takip eden bir adım olacaktır.
Toplumdaki çevirmen algısı ne zaman, fotokopi makinesine benzetilmemizden öteye gidebilecek bilmemekle birlikte, öğrencilerin çevirmen kimliğine ilişkin robot algısını yıkabilecek bilinçte yetiştirilmeleri ve piyasaya çıktıklarında sudan çıkmış balık gibi hissetmemeleri, haklarının neler olduğunu bilerek ve kendilerini hukuki anlamda koruyabilecek nitelikte yetişmeleri büyük önem taşımaktadır. Bu yolda çok temel düzeyde de olsa sözleşme hukuku, telif hakları ve icra hukuku bilgileriyle donatılmalarının yardımcı olabileceğini düşünmekteyim.
Öğrencilerin okurken tecrübe kazanmalarını sağlamak adına, belirli bürolarla yıllık işbirliğine girip 3 yaz boyunca birer aylık zorunlu ücretsiz stajların, tamamlanması gereken kredi sayısı arasına yerleştirilmesi de bir başka önerimdir. Bu stajlar sonunda her öğrencinin kendine ait bir çeviri portföyü hazırlaması, bir yandan yıl boyunca öğretilenlerin oturmasını sağlarken diğer yandan da mezuniyet sonrası boş özgeçmişlerin oluşturulmasının önüne geçecektir. Akademik yazım tekniklerine ilişkin bilgilerle desteklenecek bir çeviri eğitimi esnasında branşlaşmanın mümkün olabileceği bir müfredatın oluşturulması bazılarınca hayal ürünü olarak nitelendirilebilirse de, birilerinin hayal etmeye başlaması gerekiyor. Eğitimin üçüncü yılında veya 5 yıla çıkarılacak lisans eğitiminin son 2 yılında branşlara ayrılma beraberinde uzmanlaşmayı ve herkesin zevk aldığı işle uğraşabilme özgürlüğünü getirecektir. Çevirinin her alanı farklı dinamiklere sahiptir ve ağaçların bu dinamikler doğrultusunda eğilmesi daha verimli olmalarını sağlayacaktır. Hukuk çevirisinden nefret eden bir edebiyat düşkününden, proje olarak bir sözleşme çevirmesinin istenmesi bir çeşit psikolojik işkencedir.
Sözlü çeviri alanında, kendi adıma uyguladığım ve çok da faydasını gördüğüm bir faktör, ardıl çeviri ya da simultane çeviri derslerini almadan önce Ses, Nefes ve Diksiyon Eğitimi almış olmaktır. Branşlaşma getirilebilirse, sözlü çeviri alanında çalışmak isteyen öğrencilere bu çeşit yardımcı derslerin sunulması öğrenciye, yapacağı sözlü çeviriler esnasında özgüven sahibi olmayı aşılamanın yanında ileride yapabileceği deşifre çalışmalarına da altyapı sağlayacaktır. Mutlaka piyasada hâlihazırda çalışmakta olan tercümanlarca verilmesi gerektiğine inandığım sözlü çeviri derslerinin gerçekleştirileceği ortamların, sözlü çeviri laboratuvarlarının, özel bir mimariye ve profesyonel ses sistemi ve yalıtılmış kabinlere sahip olması gerektiği açıktır. Bu yönde tüm üniversitelerin çaba göstermesi ve laboratuvarların belli ve eşit standartlara ulaştırılmaya çalışılması gerektiğine inanıyorum.
Çoğu Mütercim Tercümanlık bölümünde yalnızca ana dile doğru çeviri çalışmalarının yapıldığı görülmekte ve bu yeni mezunlar açısından ilk iş tecrübeleri esnasında büyük zorluklar yaratabilmektedir. Fakat bunun sebebi olan iki dile de üst düzeyde (ana dil seviyesinde) hâkim eğitmen sayısındaki eksiklik ve bunun altında yatan nedenler bir başka yazıya konu oluşturabilecek nitelikte ve genişliktedir. Bu sebeple “Akademik çeviri eğitimindeki eksiklikler nelerdir” sorusu üzerine üretmeye başladığım fikirleri bu noktada sonlandırıyor ve bu soru şimdi biraz da sizlerin kafasını kurcalasın istiyorum. Unutmamamız gereken şey; eleştirmenin kolay, yenilikçi ve ilk adımları atmanın her zaman zor olduğudur.
Desire Eylül Cannon
Yazar
2011-2015 yıllarında Yaşar Üniversitesi’nde hukuk okuyup yine aynı üniversitenin Mütercim-Tercümanlık bölümünde çift anadal yapmıştır. TÜÇEB’de Ege Bölge Temsilciliği, Yaşar Üniversitesi Çeviri Topluluğunda Topluluk başkanlığı yapmış, İzmir Çeviri Öğrencileri Platformunda (İZÇEV) yönetim kurulunda bulunmuştur.
© ÇeviriBlog adına Senem Kobya. Telif hakkı sahibinin izini olmadan yayınlanamaz, çoğaltılamaz ve basılamaz.